Cengiz ÇETİK- Şair, Yazar, Öğretmen
Köşe Yazarı
Cengiz ÇETİK- Şair, Yazar, Öğretmen
 

Türkülerle Son Gün

Sıcak bir yaz günüydü. Ayhan, yorgun ve bitkin bir halde çevresine aldırmadan, yürümeye çalışıyordu. Uzun bir hayat yolculuğunun içinden geçerken, yaşadığı o kadar çok pişmanlıkları vardı ki, artık kendisi de onları sayamaz olmuştu.  Şimdi yaşadıkları, geçmişte çektirdiği acılarının bir bedeli idi. Belki de yaptığı hataların ona verdiği bir cezaydı. Sonuç ne olursa olsun artık, hayatının yokuş aşağı hızla geriye gittiğinin farkında idi. Ne geride kalanlara yaptıklarını telafi edebilirdi, ne de gelecek için güzel bir gün inşa edebilirdi. Robotlaşmış bir hayatın içinde, pili tükenmeye yüz tutmuş, günden güne gücü tükenen bir ömrün içten içe sorgularıyla baş başaydı. Hastaneden yine tek başına gelmiş; zayıf, halsiz ve umutsuz bir halde Atatürk Anıtı’nın yanındaki bir banka oturmuştu. Antalya’yı ne çok seviyordu. Ama sevgisi yalnızlığına çare olmuyordu. Uzaktan denizin manzarasını bile seyretse geçmişiyle yüzleşen sorgularından kaçamıyordu. Etrafından geçen insanların kimi asık suratlı, kimi telefonla konuşurken tebessümler ederek sahte mutluluğunu yansıtıyordu. Başkalarının mutluluğuyla, kendini avutarak ne değişiyordu? Kocaman bir hiç! Üç aydır kemoterapiye gidiyordu. Yanında ne oğlu, ne de kızı vardı. Onlar, anneleri öleli dört yıldır ne arayıp ne de soruyorlardı. İkisi de İstanbul’a yerleşmiş, orada çalışıyorlardı. Torunu olmuştu, onu bile yakından görememişti. Uzaktan resimlerine bakıyordu. Özleyip aradığında çocukları telefonlarına bile doğru dürüst bakmıyorlardı. Hala annelerinin ölümünden onu sorumlu tutuyorlardı. O bir kazaydı. Ama öncesinde eşine yıllarca yaptıkları birikmiş, en sonunda yaşanan talihsiz olay son damla olmuştu. Oğlu yıllardır kendisiyle konuşmuyordu. Kızı az da olsa açıp kısa bir hal hatır sorup telefonu kapatıyordu. Torunun sesini bile bir ya da iki sefer duymuştu. Kendisi de hasta olduğu için uzun yolculuğa çıkamıyordu. Birazda onlarla geçmişi sorgulamaya cesareti yoktu. Kanser olduğunu da duygu sömürüsü yaptığını düşünmelerini istemediği için onlara söyleyememişti. Babası da kendisi gibi baskıcı ve annesine yıllarca acılar yaşatmış ve çocuklarını ihmal etmişti. Aynı şeyi kendisinin de yapması; kader miydi, yoksa onun izlerini, genlerini taşıması mı bilemiyordu. Babasının ona çektirdiklerini çocuklarına çektirmeyecekti ama onun gibi olmaktan da yine de kaçamamıştı. Babası alkolikti. Annesi fedakâr ve çocuklarına kol kanat geren biriydi. Babası içince cümbüşü alır Cezayir Türküsünü söylerdi. O türküyü çok severdi. Annesi de “Aşrı Aşrı ev kurmasınlar” türküsünü çok sever, onu söylerdi. “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler Annesinin bir tanesini hor görmesinler Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim Hem annemi hem babamı ben köyümü özledim”   Babası hep o türküyü annesine söyletirdi. Dinledikten sonra da ağlardı. Neden ağladığını o gün anlamamıştı. Ama bugün, çok daha iyi anlıyor, hissediyordu. Annesinin söylediği türkü hala kulaklarında, onun yanık sesiyle capcanlı duruyor gibiydi. Hem annesini hem de babasını özlediğini fark etti. İçinden bir şeyler, yıllar geçtikçe ne kadar da çok birikip çoğalmış, onu tutsak etmişti. Muratpaşa’daki bir apartmanın zemin katında oturuyordu. Ev kendisinin de olsa emekli parası ona yetmiyordu. Tek başına yaşadığı evin içine girince; kapı pencere kapalı, içerisi loş bir ışık altında, doğru dürüst havalandırılmadığından ağır bir koku vardı. Yere düşürüp almadığı yiyeceklerin kırıntıları, döküntüleri vardı. Koltuğun üzerine nefes nefese çıktı ve perdenin birini açtı. Dışarıda bir sessizlik vardı. Sessizliği sevmiyordu. Bir ses duymalıydı. Elindeki çantayı koltuğun üzerine bıraktı. Pencerenin birini gıcırdatarak açtı. Koltuğun üzerindeki çantasını aldı. Halsizdi. Çantası kucağında oturdu. Bir süre sonra koltuktan zorda olsa ayağa kalktı. Başı dönüyordu.  Sendeledi, geriye oturdu. Karşısındaki duvarda eşi ve çocuklarının fotoğrafları asılıydı. Eşi ona sanki gülümseyerek bakıyordu. Yoksa bu haliyle alay mı ediyordu? Şu halini görse ne derdi? “ Hak ettin mi?” Düşündü. “Hayır, öyle bir şey asla söylemezdi” diye söylendi. Eşi de annesi gibi bir insandı. Çocuklarına karşı hep koruyucu ve sevecen olmuştu. Hep onlar için çalışmıştı. Anılarında yaşıyordu artık. Günün her anında anılarıyla avunuyor, hatalarıyla kendi kendine “Keşke!” dolu sözlerle başlayan yaşanmışlıklarını sıralıyordu. Eşinin ördüğü örgüler, el işi emekleri hala bıraktığı yerde ona bakıyordu. Kızdırmak için arada bir “Kocakarı” der şimşekleri üzerine çekerdi. O kocakarı denmesinden çok, kendisinden beş yaş büyük olmasını hatırlattığı için kızardı. Eşi Gülcan, annesinden sonra sığındığı en büyük limanıydı. Onu kaybedince zincirleme çocukları ve arkadaşlarını da kaybetti. Evi bir hapishane gibiydi. Onu içten içe boğuyordu. İçini karartıyordu. Zamanla çevresinde hiç kimsesi kalmamıştı. Issız bir adada yaşamak gibiydi hayatı. Sokağa çıktığında çevresindeki insanlar onun için hiçbir şeyi ifade etmiyordu. Mutfağa girdi. Mutfakta bal, reçel gibi kahvaltılıklar, hazır çorbalıklar dışında hiçbir şey hazırlayamadığı için, buzdolabının yarısı boştu. Doktor, çorba gibi sıvı yiyecekleri yemesini, katı yiyeceklerden kaçınmasını istiyordu. Boğazına tıkanma ihtimali nedeniyle. İnternetten de hastalığı ile ilgili araştırma yapıyordu. Fazla zamanı kalmadığının farkındaydı. Oğlunu bir kez daha aradı, meşgule verdi. Kızını aradı. O meşgule bile vermedi. Çaldı çaldı durdu. Kapandı. Telefondan torununun fotoğrafına baktı.  Bir daha aradı kızını, yine yanıt vermedi. Dışarı çıkmak için adımlarını atmaya çalıştı. Kapının yanındaki çöp kutusuna gözü takıldı. Evde fazla bir şey yiyemiyordu.   Ama yine de çöp kutusu taşmıştı. Bir süredir dışarı götürmeye de gözü yemiyordu. Yine alıp götürmeye gözü yemedi. Kapıyı zor da olsa açtı. Dışarı çıkmak için kendini zorladı. Gitmek istiyordu ama sol ayağı inat ediyordu. Dizlerini kıvırmakta güçlük çekti. Adeta ayağını sürükleyerek adım atıyordu. Sanki ayağına kramp girmiş, hissetmiyordu. Enerjisi adeta azalmış, tükenmesine az kalmıştı. İmdat sinyalleri veriyordu. Beyni hala bunları fark edecek kadar zindeydi. Ama vücudu aynı zindeliği taşımıyordu. Gözünün önüne yıllar öncesi yaşadıkları bir film gibi peş peşe akıyordu. Evliliğinin ilk yılları güzeldi. Sonra babası gibi alkole başladı. Birlikte çalıştığı arkadaşlarıyla birlikte hafta sonları derken zamanla içmeyi çoğalttı. Çalıştığı yerden bir kadınla da beraber olmaya başlamıştı. Elli yaşından sonra daha da değişmişti. Ama ondan öncesinin acı birikimleri vardı. İçkili iken çocuklarıyla tartışma esnasında araya giren eşini itelemiş kafasını zedelemişti. Eşi gözünden rahatsızlanınca kafatasından bir bölüm kesilmiş ve yerine konulamamıştı. Kesilen yerin üzeri kafa derisiyle kapatılmıştı. Yıllarca öyle yaşadı. Çocukları büyümüş ve eskisi gibi ondan korkmuyordu. Kendisi de kızı yaşında biriyle adı çıkmıştı. Evi terk etmek isterken eşi önüne geçmiş onu durdurmaya çalışıyordu. Hem kızgındı,  hem de onu bırakmasını istemiyordu. Eşinin yüzüne vurup, itelerken oğlu önüne geçti. O sırada eşi fenalaşıp, başını duvara çarpıp yere düşmüş, kriz geçirip bayılmıştı. Ambulans gelip götürdüğünde yoğun bakıma alınmıştı. Uyandığında belden aşağısının tutmadığını öğrendi. Çocukları bu durumdan da kendisini sorumlu tutup, görmek istemediler. Evden ayrılıp emeklilik dilekçesini verip başkasının yanına yerleşti. Eşinin üç ay sonra vefat ettiğini duydu. Cenazesine gidemedi. Çocukları “Gelmesin” diye haber göndermişti. Uzaktan izledi. Annelerinin ölümünden sonra İstanbul’a teyzelerinin yanına gittiler. Teyzeleri üniversitede öğretim görevlisiydi ve tek başına yaşıyordu.  Orada hem çalışıp, hem üniversiteyi okudular. Kızı okurken evlenip bir çocuğu olmuştu. Ne düğününe gidebildi, ne de torununu yakından görebildi. Oğlu da üniversiteyi uzaktan bitirmiş, kurye olarak çalışıyormuş. Haberlerini kızı veriyordu. Ama kendisi ile ilgili hiçbir haberi onlara veremiyordu. Annesi yıllarca artırdıklarıyla çeyrek, yarım altın alıp biriktirmiş. Onların geleceğini her zaman düşünmüş. Kendisi ise, yalnız kendini düşünmüştü. Uğruna eşini terk ettiği kadında bir süre sonra onu terk etmişti. Çekilmez biriydi. Her şeyi hak etmişti. Hatalıydı, hem de çok. Şimdi, bu saatten sonra hiçbir şeyi geri getirip düzeltemezdi. Yaşanan, yaşandığı an bitiyordu.  Güç bela ana yoldaki bir lokantaya girdi. Her zaman gittiği bu lokantada, yine önce bir mercimek çorbası istedi. Kapının yanındaki masaya oturdu. Kızını bir kez daha aradı. Neden geri dönmemişti? Neden meşgule bile atmamıştı? Bir şey mi olmuştu yoksa? Diye endişelenmekten kendini alamıyordu. Bu halde bile çocuklarını düşünüyordu. Onlar onu düşünmese de, o onları şimdi daha çok düşünüyordu.  Hayatındaki en büyük servetinin onların varlığı olduğunu anlamıştı. Seslerini duyup, sağlıklı olduklarını bilmek bile ona yetiyordu. Kızını bir kez daha aradı. Bu sırada lokantadaki radyodan Cezayir Türküsünü duyunca babası aklına geldi. Ona çok eziyet etmesine rağmen yine de onu sevdiğini anladı. “Radyonun sesini biraz açabilir misiniz?” dedi. Sonra kendisine yasak olmasına rağmen bulgur pilavını istedi. Olmadığını öğrenince, pirinç pilavı üzerine kuru fasulye istedi. Yemek gelinceye kadar türküye cılız sesiyle eşlik etmeye çalıştı. “Cezayir'in harmanları savrulur da, Savrulur Savrulur da bir yanına devrilir, Cezayir de koyun kuzu ayrılır”   Pilav üstü kuru fasulye yemeği gelmişti. Gözleri yaşarmış, boşluğa bakar gibi sabit bakıyordu. Radyoda türkü hala devam ediyordu.   “Sokakları mermer taşlı, Güzelleri hilal kaşlı Cezayir”   O ise hep aynı bölümü tekrar edip, söylüyordu.   “Savrulur da bir yanına devrilir, Cezayir de koyun kuzu ayrılır”   Yemekten bir iki kaşık alır. Bu sırada kızı telefondan olacakları hissetmiş gibi onu ısrarla arıyordu. Boğazında yedikleri düğümlenir, tıkanır. Masanın üzerindeki telefonda kızının aradığını görür, gözleri yaşla dolu, zorlukla açar. Hoparlör tuşuna basar. “Baba… Baba, neden cevap vermiyorsun?” Sonunda kızının sesini son kez de olsa duymuştu.  Ayhan yolun sonuna geldiğini fark etmiş, gitmemek için şimdi direniyordu.  Ellerini boğazına götürdü. Gözleri kocaman olmuş, çaresizlikle nefessiz yardım çığlığı atmaya çalışıyordu. Lokantacı ve müşteriler fark edip yanına gelince o ellerini bırakmış, yemek yediği tabağın üzerine başını bırakmıştı. Kolunun değmesiyle telefon yere düşmüştü. Artık hiçbir şeyin anlamı yoktu. Her şey silinmiş, sıfırlanmıştı, onun için hayat…   Cengiz ÇETİK /Finike- 28.01.2023   Not: Yeni yazdığım bu öykünün sesli hikaye olarak okunmasından önce siz okuyucularımında okuma ve değerlendirmesi için paylaşıyorum. Sevgi ve saygılaromla.  
Ekleme Tarihi: 04 Şubat 2023 - Cumartesi

Türkülerle Son Gün

Sıcak bir yaz günüydü. Ayhan, yorgun ve bitkin bir halde çevresine aldırmadan, yürümeye çalışıyordu. Uzun bir hayat yolculuğunun içinden geçerken, yaşadığı o kadar çok pişmanlıkları vardı ki, artık kendisi de onları sayamaz olmuştu.  Şimdi yaşadıkları, geçmişte çektirdiği acılarının bir bedeli idi. Belki de yaptığı hataların ona verdiği bir cezaydı. Sonuç ne olursa olsun artık, hayatının yokuş aşağı hızla geriye gittiğinin farkında idi. Ne geride kalanlara yaptıklarını telafi edebilirdi, ne de gelecek için güzel bir gün inşa edebilirdi. Robotlaşmış bir hayatın içinde, pili tükenmeye yüz tutmuş, günden güne gücü tükenen bir ömrün içten içe sorgularıyla baş başaydı.

Hastaneden yine tek başına gelmiş; zayıf, halsiz ve umutsuz bir halde Atatürk Anıtı’nın yanındaki bir banka oturmuştu. Antalya’yı ne çok seviyordu. Ama sevgisi yalnızlığına çare olmuyordu. Uzaktan denizin manzarasını bile seyretse geçmişiyle yüzleşen sorgularından kaçamıyordu. Etrafından geçen insanların kimi asık suratlı, kimi telefonla konuşurken tebessümler ederek sahte mutluluğunu yansıtıyordu. Başkalarının mutluluğuyla, kendini avutarak ne değişiyordu? Kocaman bir hiç!

Üç aydır kemoterapiye gidiyordu. Yanında ne oğlu, ne de kızı vardı. Onlar, anneleri öleli dört yıldır ne arayıp ne de soruyorlardı. İkisi de İstanbul’a yerleşmiş, orada çalışıyorlardı. Torunu olmuştu, onu bile yakından görememişti. Uzaktan resimlerine bakıyordu. Özleyip aradığında çocukları telefonlarına bile doğru dürüst bakmıyorlardı. Hala annelerinin ölümünden onu sorumlu tutuyorlardı. O bir kazaydı. Ama öncesinde eşine yıllarca yaptıkları birikmiş, en sonunda yaşanan talihsiz olay son damla olmuştu. Oğlu yıllardır kendisiyle konuşmuyordu. Kızı az da olsa açıp kısa bir hal hatır sorup telefonu kapatıyordu. Torunun sesini bile bir ya da iki sefer duymuştu. Kendisi de hasta olduğu için uzun yolculuğa çıkamıyordu. Birazda onlarla geçmişi sorgulamaya cesareti yoktu. Kanser olduğunu da duygu sömürüsü yaptığını düşünmelerini istemediği için onlara söyleyememişti. Babası da kendisi gibi baskıcı ve annesine yıllarca acılar yaşatmış ve çocuklarını ihmal etmişti. Aynı şeyi kendisinin de yapması; kader miydi, yoksa onun izlerini, genlerini taşıması mı bilemiyordu. Babasının ona çektirdiklerini çocuklarına çektirmeyecekti ama onun gibi olmaktan da yine de kaçamamıştı. Babası alkolikti. Annesi fedakâr ve çocuklarına kol kanat geren biriydi. Babası içince cümbüşü alır Cezayir Türküsünü söylerdi. O türküyü çok severdi. Annesi de “Aşrı Aşrı ev kurmasınlar” türküsünü çok sever, onu söylerdi.

“Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Annesinin bir tanesini hor görmesinler
Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı ben köyümü özledim”

 

Babası hep o türküyü annesine söyletirdi. Dinledikten sonra da ağlardı. Neden ağladığını o gün anlamamıştı. Ama bugün, çok daha iyi anlıyor, hissediyordu. Annesinin söylediği türkü hala kulaklarında, onun yanık sesiyle capcanlı duruyor gibiydi. Hem annesini hem de babasını özlediğini fark etti. İçinden bir şeyler, yıllar geçtikçe ne kadar da çok birikip çoğalmış, onu tutsak etmişti.

Muratpaşa’daki bir apartmanın zemin katında oturuyordu. Ev kendisinin de olsa emekli parası ona yetmiyordu. Tek başına yaşadığı evin içine girince; kapı pencere kapalı, içerisi loş bir ışık altında, doğru dürüst havalandırılmadığından ağır bir koku vardı. Yere düşürüp almadığı yiyeceklerin kırıntıları, döküntüleri vardı. Koltuğun üzerine nefes nefese çıktı ve perdenin birini açtı. Dışarıda bir sessizlik vardı. Sessizliği sevmiyordu. Bir ses duymalıydı. Elindeki çantayı koltuğun üzerine bıraktı. Pencerenin birini gıcırdatarak açtı. Koltuğun üzerindeki çantasını aldı. Halsizdi. Çantası kucağında oturdu. Bir süre sonra koltuktan zorda olsa ayağa kalktı. Başı dönüyordu.  Sendeledi, geriye oturdu. Karşısındaki duvarda eşi ve çocuklarının fotoğrafları asılıydı. Eşi ona sanki gülümseyerek bakıyordu. Yoksa bu haliyle alay mı ediyordu? Şu halini görse ne derdi? “ Hak ettin mi?” Düşündü. “Hayır, öyle bir şey asla söylemezdi” diye söylendi. Eşi de annesi gibi bir insandı. Çocuklarına karşı hep koruyucu ve sevecen olmuştu. Hep onlar için çalışmıştı. Anılarında yaşıyordu artık. Günün her anında anılarıyla avunuyor, hatalarıyla kendi kendine “Keşke!” dolu sözlerle başlayan yaşanmışlıklarını sıralıyordu. Eşinin ördüğü örgüler, el işi emekleri hala bıraktığı yerde ona bakıyordu. Kızdırmak için arada bir “Kocakarı” der şimşekleri üzerine çekerdi. O kocakarı denmesinden çok, kendisinden beş yaş büyük olmasını hatırlattığı için kızardı. Eşi Gülcan, annesinden sonra sığındığı en büyük limanıydı. Onu kaybedince zincirleme çocukları ve arkadaşlarını da kaybetti. Evi bir hapishane gibiydi. Onu içten içe boğuyordu. İçini karartıyordu. Zamanla çevresinde hiç kimsesi kalmamıştı. Issız bir adada yaşamak gibiydi hayatı. Sokağa çıktığında çevresindeki insanlar onun için hiçbir şeyi ifade etmiyordu.

Mutfağa girdi. Mutfakta bal, reçel gibi kahvaltılıklar, hazır çorbalıklar dışında hiçbir şey hazırlayamadığı için, buzdolabının yarısı boştu. Doktor, çorba gibi sıvı yiyecekleri yemesini, katı yiyeceklerden kaçınmasını istiyordu. Boğazına tıkanma ihtimali nedeniyle. İnternetten de hastalığı ile ilgili araştırma yapıyordu. Fazla zamanı kalmadığının farkındaydı. Oğlunu bir kez daha aradı, meşgule verdi. Kızını aradı. O meşgule bile vermedi. Çaldı çaldı durdu. Kapandı. Telefondan torununun fotoğrafına baktı.  Bir daha aradı kızını, yine yanıt vermedi. Dışarı çıkmak için adımlarını atmaya çalıştı. Kapının yanındaki çöp kutusuna gözü takıldı. Evde fazla bir şey yiyemiyordu.   Ama yine de çöp kutusu taşmıştı. Bir süredir dışarı götürmeye de gözü yemiyordu. Yine alıp götürmeye gözü yemedi. Kapıyı zor da olsa açtı. Dışarı çıkmak için kendini zorladı. Gitmek istiyordu ama sol ayağı inat ediyordu. Dizlerini kıvırmakta güçlük çekti. Adeta ayağını sürükleyerek adım atıyordu. Sanki ayağına kramp girmiş, hissetmiyordu. Enerjisi adeta azalmış, tükenmesine az kalmıştı. İmdat sinyalleri veriyordu. Beyni hala bunları fark edecek kadar zindeydi. Ama vücudu aynı zindeliği taşımıyordu.

Gözünün önüne yıllar öncesi yaşadıkları bir film gibi peş peşe akıyordu. Evliliğinin ilk yılları güzeldi. Sonra babası gibi alkole başladı. Birlikte çalıştığı arkadaşlarıyla birlikte hafta sonları derken zamanla içmeyi çoğalttı. Çalıştığı yerden bir kadınla da beraber olmaya başlamıştı. Elli yaşından sonra daha da değişmişti. Ama ondan öncesinin acı birikimleri vardı. İçkili iken çocuklarıyla tartışma esnasında araya giren eşini itelemiş kafasını zedelemişti. Eşi gözünden rahatsızlanınca kafatasından bir bölüm kesilmiş ve yerine konulamamıştı. Kesilen yerin üzeri kafa derisiyle kapatılmıştı. Yıllarca öyle yaşadı. Çocukları büyümüş ve eskisi gibi ondan korkmuyordu. Kendisi de kızı yaşında biriyle adı çıkmıştı. Evi terk etmek isterken eşi önüne geçmiş onu durdurmaya çalışıyordu. Hem kızgındı,  hem de onu bırakmasını istemiyordu. Eşinin yüzüne vurup, itelerken oğlu önüne geçti. O sırada eşi fenalaşıp, başını duvara çarpıp yere düşmüş, kriz geçirip bayılmıştı. Ambulans gelip götürdüğünde yoğun bakıma alınmıştı. Uyandığında belden aşağısının tutmadığını öğrendi. Çocukları bu durumdan da kendisini sorumlu tutup, görmek istemediler. Evden ayrılıp emeklilik dilekçesini verip başkasının yanına yerleşti. Eşinin üç ay sonra vefat ettiğini duydu. Cenazesine gidemedi. Çocukları “Gelmesin” diye haber göndermişti. Uzaktan izledi. Annelerinin ölümünden sonra İstanbul’a teyzelerinin yanına gittiler. Teyzeleri üniversitede öğretim görevlisiydi ve tek başına yaşıyordu.  Orada hem çalışıp, hem üniversiteyi okudular. Kızı okurken evlenip bir çocuğu olmuştu. Ne düğününe gidebildi, ne de torununu yakından görebildi. Oğlu da üniversiteyi uzaktan bitirmiş, kurye olarak çalışıyormuş. Haberlerini kızı veriyordu. Ama kendisi ile ilgili hiçbir haberi onlara veremiyordu. Annesi yıllarca artırdıklarıyla çeyrek, yarım altın alıp biriktirmiş. Onların geleceğini her zaman düşünmüş. Kendisi ise, yalnız kendini düşünmüştü. Uğruna eşini terk ettiği kadında bir süre sonra onu terk etmişti. Çekilmez biriydi. Her şeyi hak etmişti. Hatalıydı, hem de çok. Şimdi, bu saatten sonra hiçbir şeyi geri getirip düzeltemezdi. Yaşanan, yaşandığı an bitiyordu.

 Güç bela ana yoldaki bir lokantaya girdi. Her zaman gittiği bu lokantada, yine önce bir mercimek çorbası istedi. Kapının yanındaki masaya oturdu. Kızını bir kez daha aradı. Neden geri dönmemişti? Neden meşgule bile atmamıştı? Bir şey mi olmuştu yoksa? Diye endişelenmekten kendini alamıyordu. Bu halde bile çocuklarını düşünüyordu. Onlar onu düşünmese de, o onları şimdi daha çok düşünüyordu.  Hayatındaki en büyük servetinin onların varlığı olduğunu anlamıştı. Seslerini duyup, sağlıklı olduklarını bilmek bile ona yetiyordu. Kızını bir kez daha aradı. Bu sırada lokantadaki radyodan Cezayir Türküsünü duyunca babası aklına geldi. Ona çok eziyet etmesine rağmen yine de onu sevdiğini anladı. “Radyonun sesini biraz açabilir misiniz?” dedi. Sonra kendisine yasak olmasına rağmen bulgur pilavını istedi. Olmadığını öğrenince, pirinç pilavı üzerine kuru fasulye istedi. Yemek gelinceye kadar türküye cılız sesiyle eşlik etmeye çalıştı.

“Cezayir'in harmanları savrulur da, Savrulur
Savrulur da bir yanına devrilir, Cezayir de koyun kuzu ayrılır”

 

Pilav üstü kuru fasulye yemeği gelmişti. Gözleri yaşarmış, boşluğa bakar gibi sabit bakıyordu. Radyoda türkü hala devam ediyordu.

 

“Sokakları mermer taşlı,

Güzelleri hilal kaşlı Cezayir”

 

O ise hep aynı bölümü tekrar edip, söylüyordu.

 

“Savrulur da bir yanına devrilir, Cezayir de koyun kuzu ayrılır”

 

Yemekten bir iki kaşık alır. Bu sırada kızı telefondan olacakları hissetmiş gibi onu ısrarla arıyordu. Boğazında yedikleri düğümlenir, tıkanır. Masanın üzerindeki telefonda kızının aradığını görür, gözleri yaşla dolu, zorlukla açar. Hoparlör tuşuna basar. “Baba… Baba, neden cevap vermiyorsun?” Sonunda kızının sesini son kez de olsa duymuştu.  Ayhan yolun sonuna geldiğini fark etmiş, gitmemek için şimdi direniyordu.  Ellerini boğazına götürdü. Gözleri kocaman olmuş, çaresizlikle nefessiz yardım çığlığı atmaya çalışıyordu. Lokantacı ve müşteriler fark edip yanına gelince o ellerini bırakmış, yemek yediği tabağın üzerine başını bırakmıştı. Kolunun değmesiyle telefon yere düşmüştü. Artık hiçbir şeyin anlamı yoktu. Her şey silinmiş, sıfırlanmıştı, onun için hayat…

 

Cengiz ÇETİK /Finike- 28.01.2023

 

Not: Yeni yazdığım bu öykünün sesli hikaye olarak okunmasından önce siz okuyucularımında okuma ve değerlendirmesi için paylaşıyorum. Sevgi ve saygılaromla.

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (3)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve seckinhabertv.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Metin 07
(02.02.2023 12:01 - #224)
Cengiz bey kalemine, yüreğine sağlık. Çok güzel bir hikaye yazmışsın. Güzel hikayeler yazman dileğiyle. Selamlar
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve seckinhabertv.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
Metin 07
(02.02.2023 12:01 - #225)
Cengiz bey kalemine, yüreğine sağlık. Çok güzel bir hikaye yazmışsın. Güzel hikayeler yazman dileğiyle. Selamlar
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve seckinhabertv.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
Nurcan Kırcalı
(04.02.2023 08:06 - #226)
HARİKA EMĞİNİZE SAĞLIK..
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve seckinhabertv.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.